Abarttık sadakatı.Fayda ve çıkar denizinde boğuldu itaatimiz. Delikanlılık şüpheye kurban verildi sayemizde…
Bütün bir hayatı, ne söyleyeceğini bilenlerin çoğunlukta olduğunu varsayarak, ne söylenmemesi gerektiğini öğrenmek için harcadık.
Böylece turp’un büyüğü her zaman torbada kaldı ve bir türlü anlaşılamadık…
Sanki vazgeçilen istikballerin çetelesini tutan varmış gibi; almak yerine, hep vermeye formatlamıştık kendimizi.
Vazgeçmişlik maksadı aşınca, feragatın yüceliğinde kaynadı gitti ferasetimiz…
Abarttık sadakatı. “Ben bunlara ne verdim de, bana böylesine sadıklar? Bu işin işinde mutlaka bir başka hesap olsa gerektir” diye düşünülmesine çanak tuttuk belli ki. Hasletin kaynağının teşkilat ve aile terbiyesi olduğu algılısını şekillendiremedik.
Fayda ve çıkar denizinde boğuldu itaatimiz.
Delikanlılık şüpheye kurban verildi sayemizde…
İsteyen herkes, bir rozet ve bir anahtarlıkla yarım saatte ülkücü olabilirken; ülkücülüğü öğrendiklerimiz bile, hala ülkücü olmaya çalıştıklarını söylediler.
Elli küsur yıllık ömrü ve kırk yıla yaklaşan mücadeleyi referans olarak sunmayı bir türlü beceremedik. Reklamımızı da yapan yoktu zaten.
Liyakat da güme gidip, eriyip tükendi tevazuu potasında…
Bizler gönüllerin müşterek hanesinde mukim sayılmakla övünürken, ev sahipleriyle kiracıları vesayet şemsiyesinin altında birbirleriyle harmanladılar. Statüleri, haksız rekabetin girdabında boğazlayıp, eşitlediler gözlerimizin önünde.
Sonra doğal olarak başkalarının imzasına ve kefaletine kaldı saygınlık…
Ne yaptıysak biz yaptık aslında.
Sorumlusu bizleriz yani…
Şimdi bu vasatta, anonim öğretilerin kazandırdığı yaşam tercihimiz itibariyle; her şey kalabilmek uğruna, hiçbir şey olmamayı göze alanların iman ve kararlılık nöbetini tutuyoruz tevekkül ile…
Kim görüp, fark edecek ve gerçeklerle yüzleşme basiretini kimler sergileyecek yakında anlayacağız.
Unutulmamalıdır ki, zorlu bir dönem bekliyor bizleri.
Hem dost, hem de düşmanlar tarafından çok yakından tanınmış, duygusallıklarımız yönüyle çok iyi analiz edilmişiz.
Delik deşik her yanımız.
Üzerimize oyun kurmayı planlayanların tuzaklarına düşmek istemiyorsak, hastalıklarımızdan arınıp, tanınmadık taraflarımızla ortaya çıkmalıyız.
Şayet beceremezsek, hiç bir kuşkuya yer yoktur ki; önce eskitir, sonra da eksiltirler.
Şimdilerde yapılmak istenen de bu dur zaten...
Kişinin doğrularının üzerine talep ve beklentilerinin kara gölgesi düşsün ki, niyet ve laf muteber olmaktan çıksın diye beklerler büyük bir iştihayla. Bir de iyilerin çevresine, şöhretleri kendilerine duyulan nefrete endeksli birkaç aykırı tip montajlandı mı değmeyin keyiflerine.
İşte o saatten sonra söyleyecek lafı olan hemen herkes şahsi hırslarının kurbanı olmuş diye takdim edilmeye başlanır. Dolayısı ile verilecek doğru mesajlar, hırs ve hesaplar arasında kaybolup gider, atı alan da Üsküdar’ı geçmiş olur.
Tedbiri kolay kılan ve iptidai olmasına rağmen uzun bir zamandan beri işe yarayıp, işleyen basit bir yöntemdir bu.
Yalnız sözün burasında böyle bir tuzağa bir kere daha düşüleceğini zannetmenin, ülkücü hareketin kolektif zekâsına hakaret anlamı taşıyacağını hatırlatmak isterim.
Bunca tecrübeyi gözümüzden sapanla vurulmak için mi yaşadı bu hareket…
Söylenecek lafımız varsa ki vardır; onu kendi hanemize kâr düşürmek için değil, umumun hanesine yazılacak zararı ortadan kaldırmak için sarf edeceğiz.
Siyaset arenasında karşılığı bulunmayan bir yolculuğu anlatsın hikâyemiz…
Talepsiz ve beklentisiz bir samimiyet sınavı olarak düşsün tarihin yapraklarına.
Bezirgânlar anlamasa da olur, fark etmez.
Ülkücüler anlasın yeter bizi…
MÜSAVAT DERVİŞOĞLU
Yorumlar
Yorum Gönder